YAZAR ve RESSAMLAR
ŞAİR VE OZANLARIMIZ
YÖRE ŞİİRLERİ
YÖRE TÜRKÜLERİ
TÜM YURTTAN EDEBİYAT

ATATÜRK
Can YÜCEL - Bağlanmayacaksın
ÜNLÜ HALK OZANIMIZ AŞIK VEYSEL İN HAYATI VE ŞİİRLERİ 58
AŞIK VEYSEL İN HAYATI
BU ALEMİ GÖREN SENSİN
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Pir Suntan Abdal
YUNUS EMRE
YİNE TUTTU GAVUR DAĞI BORANI
DADALOĞLU
GELMEZ YOLA GİDİYORUM
TÜRK GENÇLİĞİNE
TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ
YARININ TÜRKÜSÜ
UYAN! (Mehmet Akif Ersoy)
ÇİLE
ZİNDANDAN MEKTUP
TAM OTUZ YIL
SAKARYA TÜRKÜSÜ
AYNALAR
ANEME MEKTUP
ANECİĞİM
AŞAM
AKIL
HÜRİYETE DOĞRU
İSTANBUL TÜRKÜSÜ
SERE SERPE
SEVDAYAMI TUTULDUM?
ŞOFORUN KARISI
DALGACI MAHMUT
DEDİ KODU
BENİ BU HAVALAR MAHFETTİ
TUHAF
İŞTE GİDİYORUM ÇEŞMİ SİYAHIM
AMARİİKA KATİL __MAHSUNİ ŞERİF

ahmet avcioglu
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 22



« : Aralık 15, 2007, 04:35:23 am »



ATATÜRK'ün HAYATI
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.

Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.

1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.

Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.

Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.

Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.



Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:

Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.

Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)

I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)

II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)

Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)

Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)

Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.

23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda

barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.



Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:

1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi :
· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:
· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.

Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.

Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.

15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.

Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.

1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
 
ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ
 
Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.
 
Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.
 
29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.
 
Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.
 
Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.
Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.
 
Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.
 
 
 

 

Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.

Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.

1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.

Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.

Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.

Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.



Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:

Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.

Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)

I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)

II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)

Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)

Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)

Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.

23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda

barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.



Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:

1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi :
· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:
· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.

Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.

Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.

15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.

Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.

1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
 
ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ
 
Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.
 
Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.
 
29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.
 
Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.
 
Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.
Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.
 
Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.
 
 
 

 
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 28, 2007, 01:49:31 pm »

Ünlü Halk Ozanı Aşık Veysel  Hayatı ve şiirleri

 

      25 Ekim 1894'te Sivas'ın Şarkışla ilçesi Sivrialan köyünde dünyaya geldi. 21 Mart 1973'te yine Sivrialan'da yaşamını yitirdi. Çocukken çiçek hastalığı yüzünden bir gözünü, daha sonra bir kaza sonucu diğer gözünü kaybetti. Saz çalmayı öğrendi.

      Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu gibi halk ozanlarından etkilenerek türkü yorumu ve sazda ustalaştı. İki kez evlendi. 7 çocuğu oldu. Anadolu'yu kent kent dolaşıp şiirlerini sazıyla seslendirdi. Köy Enstitüleri'nde saz ve halk türküleri dersleri verdi. Ölüm nedeni akciğer kanseri. En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı.

      Şimdi Şarkışla'da her yıl adına bir şenlik yapılır. Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var. Şiirleri, Deyişler (1944), Sazımdan Sesler (1950), Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimi kitaplarında toplandı. Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.

 
SEN BİR CEYLAN OLSAN

Sen bir ceylan olsan ben de avcı
Avlasam çöllerde saz ile seni
Bulunmaz dermanı yoktur ilacı
Vursam yaralasam söz ile seni.

Kurulma sevdiğim gözelim deyin
Bağlanma karayı alları geyin
Ben bir çoban olsam sen de bir koyun
Beslesem elimde tuz ile seni.

Koyun olsan atlatırdım yaylada
Tellerini yoldurmazdım hoyrada
Balık olsan takla dönsen deryada
Düşersem toruma hız ile seni.

Veysel der ismini koymam dilimden
Ayrı düştüm vatanımdan ilimden
Kuş olsan da kurtulmazdın elimden
Eğer görsem idi göz ile seni.

 

Kara Toprak

Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
Beyhude Dolandım Boşa Yoruldum
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Nice Güzellere Bağlandım Kaldım
Ne Bir Vefa Gördüm Ne Faydalandım
Her Turlu İsteğim Topraktan Aldım
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Koyun Verdi Kuzu Verdi Sut Verdi
Yemek Verdi Ekmek Verdi Et Verdi
Kazma İle Dövmeyince Kıt Verdi
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Ademden Bu Deme Neslim Getirdi
Bana Turlu Turlu Meyva Yetirdi
Her gün Beni Tepesinde Götürdü
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Karnin Yardim Kazma İle Bel İle
Yüzün Yırttım Tırnak İle El İle
Yine Beni Karşıladı Gül İle
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

İşkence Yaptıkça Bana Gülerdi
Bunda Yalan Yoktur Herkesler Gördü
Bir Çekirdek Verdim Dört Bostan Verdi
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Havaya Bakarsam Hava Alırım
Toprağa Bakarsam Dua Alırım
Topraktan Ayrılsam Nerde Kalırım
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Dileğin Varsa İste Allah'tan
Almak İçin Uzak Gitme Topraktan
Cömertlik Toprağa Verilmiş Haktan
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Hakikat Ararsan Açık Bir Nokta
Allah Kula Yakın Kul Da Allah'a
Hakkin Gizli Hazinesi Kara Toprakta
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Bütün Kusurlarımı Toprak Gizliyor
Merhem Calip Yaralarımı Tuzluyor
Kolun Açmış Yollarımı Gözlüyor
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Her Kim Ki Olursa Bu Sırr-ı Mazhar
Dünyaya Bırakır Ölmez Bir Eser
Gün Gelir Veysel'in Bağrına Basar
Benim Sadık Yarim Kara Topraktır
 

MECNUN GİBİ DOLANIYORUM ÇÖLLERDE

Mecnun gibi dolanıyorum çöllerde
Hayal beni yeldiriyor yel gibi
Ah çeker ağlarım gurbet ellerde
Durmaz akar gözüm yaşı sel gibi

Bir güzelin mecnunuyum ezelden
Veremem telkini gelmiyor elden
Yandım ateşine can u gönülden
Görmesem günlerim uzar yıl gibi

Hesapsız haftalar yıllar geçiyor
Evvel benim idi şimdi kaçıyor
Varıp düşmanlara derdin açıyor
Beni görüp saklanıyor el gibi

Zincirsiz kösteksiz bağladı beni
Tatlı diliyle eğledi beni
Yurdumdan yuvamdan eyledi beni
Yarsız dunya malı bana pul gibi

Aşkın beni deryalara daldırdı
Bazı ağlatır da bazı güldürür
İster azat eyler ister öldürür
Sefil Veysel kapısında kul gibi

 

 

 

 





 
 
ANLATAMAM DERDİMİ DERTSİZ İNSANA

Anlatamam derdimi dertsiz insana
Derd çekmeyen dert kıymetin bilemez
Derdim bana derman imiş bilmedim
Hiçbir zaman gül dikensiz olamaz

Gülü yetiştirir dikenli çalı
Arı her çiçekten yapıyor balı
Kişi sabır ile bulur kemali
Sabretmeyen maksudunu bulamaz

Ah çeker aşıklar ağlar zarınan
Yüce dağlar şöhret bulmuş karınan
Çağlar deli gönül ırmaklarınan
Ağlar ağlar göz yaşların silemez

Veysel günler geçti yaş altmış oldu
Döküldü yaprağım güllerim soldu
Gemi yükün aldı gam ilen doldu
Harekete kimse mani olamaz
 

TÜRKÜZ TÜRKÜ ÇAĞIRIRIZ


Dünya dolsa şarkıyılan
Türküz türkü çağırırız
Yola gitmek korkuyulan
Türküz türkü çağırırız

Türküz Türkler yoldaşımız
Hesaba gelmez yaşımız
Nerde olsa savaşırız
Türküz türkü çağırırız

Türklerdir bizim atamız
Halis Türküz kanı temiz
Şarkı gazeldir hatamız
Türküz türkü çağırırız

Bayramlarda düğünlerde
Toplantıda yığınlarda
Sıkılınca dar günlerde
Türküz türkü çağırırız

Yaylalarda yataklarda
Odalarda otaklarda
Koyun gibi koytaklarda
Türküz türkü çağırırız

Su başında sulaklarda
Türkün sesi kulaklarda
Beşiklerde beleklerde
Türküz türkü çağırırız

Hep beraber gelin kızlar
Bile coşar o yıldızlar
Koşulunca çifte sazlar
Türküz türkü çağırırız

İnler Veysel arı gibi
Bülbüllerin zarı gibi
Turnalar katarı gibi
Türküz türkü çağırırız


SEN BİR ÇİÇEK OLSAN BEN BİR YAZ OLSAM

Her sabah her sabah suya giderken
Yar yolunda toprak olsam toz olsam
Bakıp dört köşeyi seyran ederken
Kara kaş altında ela göz olsam

Uğrunu uğrunu giderken yola
Nice dilsizleri getirir dile
Gövel ördek gibi inerken göle
Ya bir şahin olsam ya bir baz olsam

Veysel ördek olsun sen de göl yarim
Yeter artık kerem eyle gel yarim
Lale sümbül mor menekşe gül yarim
Sen bir çiçek olsan ben bir yaz olsam


UZUN İNCE BİR YOLDAYIM


Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebeb arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece

Kırkdokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel işbu hale
Gah ağlayan gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece

 
Gönderen Konu: AŞIK VEYSEL İN HAYATI  (Okunma Sayısı 7 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 28, 2007, 01:39:29 pm »

VEYSEL SATIROGLU NUN HAYATI

Veysel Satiroglu, 1894’te Sivas’in Sarkisla ilçesine bagli Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel’in dünyaya gelis öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocugun yasadigi olagan bir dogum biçimidir. Ama, bugün özellikle disaridan bakanlar için ilginçtir, olagandisidir. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarindaki Ayipinar merasinda koyun sagmaya giderken sancisi tutmus, oracikta dünyaya getirmis Veysel’i. Göbegini de kendisi kesmis, bir çaputa sarip yürüye yürüye köye dönmüstür.

Veysellere yörede “Satirogullari” derler. Babasi “Karaca” lakapli, Ahmet adinda bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldigi siralar, çiçek hastaligi Sivas yöresini kasip kavurmaktadir. Veysel’den önce, iki kiz kardesi çiçek yüzünden yasamlarini yitirmistir.

Yedi yasina girdigi 1901’de Sivas’ta çiçek salgini yeniden yayginlasir; o da yakalanir bu hastaliga. O günleri söyle anlatiyor: “Çiçege yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmisti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadina göstermeye gitmistim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayagim kayarak düstüm. Bir daha kalkamadim. Çiçege yakalanmistim... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çikti. Sag gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya basima zindan.”

Bu düsmeden sonra Veysel’in bellegine bir de renk isler: Kirmizi. Düserken büyük bir olasilikla elinde siyrik oluyor, kaniyor. Bunu esi Gülizar Ana söyle anlatiyor: “Bilinmez degilsin, renklerden yalniz kirmiziyi hatirladi. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastaligina yakalanmadan önce düsmüstü. Kan görmüstü. Kanin rengini hatirlardi yalniz. Kirmiziyi... Yesili de elleriyle bulur ve severdi.”

Sag gözünün görme sansi varmis, isigi seçebiliyormus bu gözüyle o siralar. Yalniz yakinlardaki Akdagmagdeni’nde doktor varmis. Babasina “Çocugu Akdagmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demisler. Sevinmis babasi.

Ne var ki, olumsuzluklar yakasini birakmamis Veysel’in. “Bir gün inek sagarken babasi yanina gelmis. Veysel ansizin dönüverince; babasinin elinde bulunan bir degnegin ucu öteki gözüne girivermis. O göz de akip gitmis böylece.”

Ali adinda bir agabeyisi ve Elif adinda bir kizkardesi varmis Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüs, günlerce gözyasi dökmüs bu hale. Bundan böyle bacisi elinden tutarak gezdirmeye, dolastirmaya baslar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadir Veysel. Emlek yöresi olarak adlandirilan Sivas’in bu âsigi/ozani bol diyarinda, Veysel’in babasi da siire merakli, tekkeyle içli-disli biriymis. Veysel’in dertlerini birazcik da olsa unutacagi bir ugras olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarindan da siirler okuyup, ezberleterek avutmaga çalisirmis oglunu. Ayrica yöre ozanlari da zaman zaman babasi Satiroglu Ahmet’in evine ugrar, çalip söylermis. Merakla dinlermis bunlari Veysel. Komsulari Molla Hüseyin de sazini düzenler, kirilan tellerini takarmis.

Ilk saz derslerini babasinin arkadasi olan Divrigi’nin köylerinden Çamisihli Ali Aga’dan (Âsik Alâ) almis. Kendini de iyice saza vermis; usta mali siirlerden çalip söylemeye baslamis. Karanlik dünyasini aydinlatan ozanlar dünyasiyla Çamisihli Ali tanistiriyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan Abdal, Karaoglan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanlarin dünyalariyla tanisiyor böylece.

“Âsik Veysel’in hayatinda ikinci mühim degisiklik seferberlikte baslamistir. Kardesi Ali de cepheye gitmis, küçük Veysel kirik telli saziyla yalniz kalmistir. Harp patladiktan sonra Veysel’in bütün arkadaslari, emsalleri cepheye kosuyorlar. Veysel bundan da mahrum...

Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açilmistir. Arkadassizlik acisi, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artik küçük bahçesindeki armut agacinin altinda yatip kalkmakta, geceleri agaçlarin ta tepelerine çikarak içindeki derdini göklere ve karanliklara birakmaktadir.”

O günlerini Asik Veysel söyle anlatir Enver Gökçe’ye;

“Eve girerim, yüzüm asik: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasin diye, açamam. Onlar benim kafa tuttugumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farir gibi oldum.”

Bunda biraz Anadolu’da “erkek oglan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliginin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun agirligi vardir. Sonradan söyle dizelestirir bunu:

“Ne yazik ki bana olmadi kismet

Düsmani denize dökerken millet

Felek kirdi kolumu, vermedi nöbet

Kiliç vurmak için düsman basina.

Bugünler müyesser olsaydi bana

Minnet etmez idim bir kasik kana

Mukadder harici gelmez meydana

Neler geldi bu Veysel’in basina.”

Veysel’in annesi ve babasi seferberlik sonlarina dogru “belki biz ölürüz ve kardesi Veysel’e bakamaz” düsüncesiyle Veysel’i Esma adinda, akrabalarindan bir kizla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kiz, bir oglu oluyor Veysel’in. Oglan çocugu daha on günlükken annesinin memesi agzinda kalarak ölüyor... Veysel’in acilari bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye basliyor. 1921’in 24 Subat’inda annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babasi ölüyor. Bu arada bag, bostan isleriyle ugrasiyor. Köye de bir çok âsik gelip gitmekte, Karacaoglan’dan, Emrah’tan, Âsik Sitki, Âsik Veli gibi saz sairlerinden çalip söylemektedirler. Köy odalarindaki bu âsik fasillarindan Veysel de geri kalmamaktadir.

Agabeysi Ali’nin bir kiz çocugu daha olunca çocuklara ve islere bakmasi için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bagrinda açilacak baska yaranin sebebi olacaktir. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardesi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk esi olan Esma’yi kandirarak kaçiriyor bu yanasma. Veysel’in acili yasamina bir aci daha ekleniyor böylece.

Karisi bir basina birakip gittiginde Veysel’in kucaginda henüz alti aylik kizi varmis. Iki yil kucaginda gezdirmis Veysel onu, ne çare o da yasamamis.

Bir siirinde dile getirdigi gibi:

“Talih çile kadar sözü bir etmis,

Her nereye gitsem gezer pesimde.”

Bin katmerli acilar silsilesi kisacasi.

“O artik alemden, bu diyardan uzaklasmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928’de en iyi arkadasi olan Ibrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’in Karaçayir köyünde Deli Süleyman isminde birisi âsigi bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:

“Bu adam, saz çalarim dinler, söze baslarim keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk aglasiyor, gel gitme’ diye elime ayagima düser. Nihayet dayanamadim, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”

Veysel’in köyünden ilk ayrilisi söyledir: Zara’nin Barzan Baleni köyünden Kasim adinda birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yasiyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’li Kalayci Hüseyin, Veysel’e yol arkadasligi ediyorlar. Dönüste Veysel, Hafik’in Yalincak köyüne ve Zara’nin Girit köyüne ugrayarak 9 liraya güzel bir saz aliyor; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaslari bir “üç kagitçi” grubuna yakalanarak bütün paralarini kaybediyorlar. Arkadaslari Veysel’in 9 lirasini da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adli bir kadinla evleniyor.”

1931 yilinda Sivas Lisesi edebiyat ögretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaslari “Halk Sairlerini Koruma Dernegi”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralik 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Sairleri Bayrami’ni düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yasaminda önemli bir dönüm noktasi islemeye basliyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanismasi hayatinda yeni bir baslangici isaretliyor.

1933’e kadar usta ozanlarindan siirlerinden çalip söylüyor. Cumhuriyet’in onuncu yildönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanlari cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine siirler düzmüsler. Bunlar arasinda Veysel de var. Veysel’in günisigina çikan ilk siiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyasi”... dizesiyle baslayan siir oluyor. Bu siirin gün yüzüne çikisi, Veysel’in de köyünden disariya çikmasi oluyor.

O zaman Sivrialan’in bagli oldugu Agacakisla nahiyesi müdürü Ali Riza Bey, Veysel’in bu destanini çok begeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefali arkadasi Ibrahim ile yayan yola düsüyor. Karakista yalinayak, basi kabak yola çikan bu iki ari gönül, bu iki insan örnegi, üç ay yol çigneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanidiklarin evlerinde kirkbes gün misafir kaliyor. Destani Atatürk’e getirmek hevesiyle geldigini söylüyorsa da destani Atatürk’e okumak kismet olmuyor. Esi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemedigine bir, askere gidemedigine iki; yanardi ki o kadar olur...” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basimevinde destani gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayinlaniyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolasmaya, dolastigi yerlerde çalip-söylemeye basliyor, seviliyor, saygi görüyor.

O günleri söyle anlatiyor: “Köyden çiktik. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankiri köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasil Edek?” diye düsünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Pasa Dayi var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dagardi diyorlardi, (simdiki Atif Bey Mahallesi) orada ev yaptirmis Pasa Dayi. Gittik oraya. Adamcagiz hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldik o zaman, Ankara’da, simdiki gibi kamyon filan yok. Bütün isler at arabalariyla görülüyor. At arabalari olan, Hasan Efendi adinda bir adamla tanistik. O, bizi evine götürdü. Kirkbes gün Hasan Efendi’nin evinde kaldik. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemegimizi, yatagimizi, herseyimizi saglar. Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanimiz var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasil ederiz? Ne yapariz?’

Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle islerle ilgili degilim. Burada bir milletvekili var. Adi Mustafa Bey, soyadini unuttum. Bu isi ona anlatmak gerek. Belki size o yardimci olabilir.’

Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattik. Öyle böyle bir destanimiz var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardim et!’ dedik.

Dedi ki: -‘Amaan! Simdi saire falan önem veren yok. Kiyida kösede çalin çagirin. Geçin gidin!’

-‘Yok öyle degil dedik. Biz destanimizi okuyacagiz, Mustafa Kemal’e!’

Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayim’ dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çikan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konusacagini söyledi. ‘Yarin bana gelin!’ dedi. Gittik. ‘Ben karismam’ dedi. Sonunda kesti atti. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne yapsak?’ diye düsünüyoruz. Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza, tel alip takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydani’ndaki çarsiya, o zamanlar Karaoglan Çarsisi diyorlardi. Saz teli almak için Karaoglan Çarsisi’na yürüdük.

Ayagimizda çarik. Bacagimizda sal-salvar, sal-ceket, belimizde kocaman bir kusak.! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarsiya girmek yasak!’ Bizi tel alacagimiz çarsiya sokmadi.

Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz misiniz? Orasi kalabalik. Kalabaliga girmeyin!’ diye diretti.

-‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmis gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadasim Ibrahim’e çikisti. –‘Kafadan gayri müsellah misin? Girmeyin diyorum. Beynini patlatirim senin!’ diye çikisti.

-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarsidan saz teli alacagiz!’ dedik. O zaman polis, Ibrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adami bir yere oturt. Git telini al!’ Neyse gitti Ibrahim teli aldi geldi. Tel taktik. Ama sabahleyin çarsidan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayi bulduk.

-‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür.

-‘Bir destanimiz var. Gazeteye verecegiz!’ dedik.

-‘Çalin bakayim; bir dinleyeyim!’ dedi. Çaldik dinledi!

- ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’

Yazdilar. ‘Yarin gazetede çikar’ dediler. ‘Gelin de gazete alin!’ Orada bize telif hakki olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldik. Çarsiya çiktik. Polisler:

- ‘Oooo! Âsik Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!’ dediler. Bir iltifat basladi ki sormayin! Çarsida bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: ‘Bu is olmayacak.’ Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanimi üç gün birbiri üstüne yayinladilar. Mustafa Kemal’den yine ses çikmadi. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramiz da yok. Ankara’da bir avukatla tanismistik.

Avukat: - ‘Ben belediye baskanina bir mektup yazayim. Belediye sizi köyünüze parasiz gönderir!...’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - ‘Siz sanatkâr adamsiniz. Nasil geldinizse öyle gidersiniz!’

Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptiniz?’dedi. Anlattik. ‘Durun bir de valiye yazalim!’ dedi. Valiye de dilekçe yazdi. Valiye dilekçemizi imzalayip yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -‘Yok!’ dedi. ‘Paramiz yok! Sizi gönderemeyiz!’ dedi.

Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! Isinize gidin!’ dedi. ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parasi yokmus; tükenmis!’ dedi. Acidim avukata.

‘Nasil edelim? Ne edelim?’ derken bir de ‘Halkevi’ne ugrayalim bakalim. Belki oradan bir sey çikar’ diye düsündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapicilar birakmiyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk.

Içeriden bir adam çikti: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapiyorsunuz?’ diye sordu.

-‘Halkevine girecegiz ama birakmiyorlar!’ diye cevap verdik.

-‘Birakin! bu adamlar, taninmis adamlar! Âsik Veysel bu!’ dedi.

O içeriden çikan adam, bizi edebiyat subesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazi milletvekilleri varmis. Sube müdürü onlari çagirdi: -‘Gelin halk sairleri var, dinleyin.’ dedi.

Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalim. Bunlara birer kat elbise de yaptirmali. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!’

Hakikaten bize, birer takim elbise aldilar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze iste o parayla döndük.

Plaga okudugu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarindan Âsik Izzeti’nin:

“Mecnunum, Leyla’mi gördüm

Bir kerrece bakti geçti.

Ne söyledi ne de sordum

Kaslarini yikti geçti

Soramadim bir çift sözü

Ay miydi gün müydü, yüzü

Sandim ki zühre yildizi

Savki beni yakti geçti.

Atesinden duramadim

Ben bu sirra eremedim

Seher vakti göremedim

Yildiz gibi akti geçti.

Bilmem hangi burç yildizi

Bu dertler yareler bizi

Gamzen oku bazi bazi

Yar sineme çakti geçti..

Izzetî, bu ne hikmet is

Uyur iken gördüm bir düs

Zülüflerin kement etmis,

Yar bonuma takti geçti.” siiridir.

Köy Enstitüleri’nin kurulmasiyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkilariyla, sirasiyla Arifiye, Hasanoglan, Çifteler, Kastamonu, Yildizeli ve Akpinar Köy Enstitüleri’nde saz ögretmenligi yapiyor. Bu okullarda Türkiye’nin kültür yasamina damgasini vurmus birçok aydin sanatçiyla tanisma olanagi buluyor, siirini iyiden iyiye gelistiriyor.

1965 yilinda Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âsik Veysel’e, “Anadilimize ve milli birligimize yaptigi hizmetlerden ötürü” 500 lira aylik baglanmistir.

21 Mart 1973 günü, sabaha karsi saat 3.30’da dogdugu köy olan Sivrialan’da, simdi adina müze olarak düzenlenen evde yasama gözlerini yumdu.

Âsik Veysel’in yasamini özetlemek gerekirse, Erdogan Alkan’in su betimlemesi en güzel cümleleri olusturur: “Kizilirmak soru isaretine benzer, Zara’dan dogar, Hafik ve Sarkisla’dan sonra Sivas topraklarini terkeder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevsehir’i, Kirsehir’i, Ankara’yi ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür, Âsik Veysel’in yasam öyküsü Kizilirmak gibidir. Bir ucu Bafra’dadir, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acili bir yasam Zara’nin dogusundaki Kizildag’in gür sulariyla beslenip sona erer.”

Gönderen Konu: BU ALEMİ GÖREN SENSİN  (Okunma Sayısı 6 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 28, 2007, 01:36:15 pm »

BU ÂLEMİ GÖREN SENSİN


Bu âlemi gören sensin
Yok gözünde perde senin
Haksıza yol veren sensin
Yok mu suçun burda senin

Kâinatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin

Evli misin ergen misin
Eşin yoktur bir sen misin
Çarkı sema nur sen misin
Bu balkıyan nur da senin

Kilisede despot keşiş
İsa Allah'ın oğlu demiş
Meryem Ana neyin imiş
Bu işin var bir de senin

Kimden korktun da gizlendin
Çok arandın çok izlendin
Göster yüzün çok nazlandın
Yüzün mahrem ferde senin

Binbir ismin bir cismin var
Oğlun kızın ne hısmın var
Her bir irenkte resmin var
Nerde baksam orda senin

Türlü türlü dillerin var
Ne acaip hallerin var
Ne karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin

Âdemi sürdün bakmadın
Cennette de bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın
Cehennemin var da senin

Veysel neden aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acaip sır da senin







Aşık Veysel ŞATIROĞLU
Gönderen Konu: Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan  (Okunma Sayısı 5 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 28, 2007, 01:32:21 pm »

Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Koyun Beni Hak Aşkına Yanayım
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Yolumdan Dönüp Mahrum Mu Kalayım
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Benim Pirim Gayet Ulu Kişidir
Yediler Ulusu, Kırklar Esidir
On İki İmamın Server Başıdır
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Kadılar Müftüler Fetva Yazarsa
İşte Kemend, İste Boynum Asarsa
İşte Hançer, İste Kellem Keserse
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Ulu Mahşer Günü Olur Divan Kurulur
Suçlu, Suçsuz Gelir Anda Derilir
Piri Olmayanlar Anda Bilinir
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Pir Sultan'ım Arsa Çıkar Ünümüz
O Da Bizim Ulumuzdur Pirimiz
Hakka Teslim Olsun Garip Canımız
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan


Gönderen Konu: Pir Suntan Abdal  (Okunma Sayısı 6 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 28, 2007, 01:28:34 pm »

Pir Sultan’ın Kavgasına Katılmak

                                                                     

Alevi düşüncesinde Pir Sultan : Alevi-Bektaşi gelenekselliğini kucaklayan, o temelden beslenerek günümüze uzanan çağdaş bir tavrın, toplumsal ölçekte halk çıkarına/yararına dayalı bir kavganın taşıyıcısı olarak bilince çıkar. 


Bu nedenle Pir Sultan’ı söylemek, Pir Sultan’ın kavgasına katılmak, özcesi O’nu yaşamak; genelde insan görüntüsü altında ezilen / sömürülen bireye; özelde, insanlık görüntüsü altında halka / yaratana yönelik bir tapınmaya katılmak;  neye sayarlarsa  saysınlar sonuçta  insan olunduğuna inanmak demektir.


 


Pir Sultan’ı bireyciliğinden / somut yanından soyup arındırırken insan kendisini de / kendi somut yaşamını da soyar, arındırır. O’nu incelemek / anlamak için yola çıkan kişi önce O’nun sırrı çevresinde döner, sonra da sırrına erer ;  artık O’nu savunmakla yetinmez..


 O’nu yaşar, O’nun kavgasına katılır.


“Anadolu halkının bağrında açmış kızıl bir güldür Pir Sultan. Kişiliği, özü, sözü, halkla öyle içten içe kaynaşmış ki, nerede kendisinin, nerede halkının dile geldiğini kestiremezsiniz. Halk öldürülen sevgilisini kendi soluğuyla diriltmiş, diline diller, sazına sazlar katıp yaşatmış, ölüsüne dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı binbir canla yeniden tutuşturmuş”,   


diyor Sabahattin Eyüpoğlu. 


İnanç bağlamında Pir Sultan, Tanrı yolunda bir tarikat yolcusudur.  Ölmeden evvel ölerek (1) Hakk’a ulaşan ve oradan yeniden  Halk’a dönen bir ulu kişidir. 


Düşünce bağlamında Pir Sultan, halkın toplumsal tepkisini dile getiren, halkın toplumsal mücadelesine öncülük / önderlik eden, bir insan-ı kamildir. 


Halk Pir Sultan’ı benimsedi. O’nu düzene / egemene yönelik kendi memnuniyetsizlik kanalında besleyip büyüttü. Eğer bu benimseme, kucaklama, kaynaşma olmasaydı halk, söylemeyeceği şeyleri O’na söyletmezdi.


Susturulan ya da sesi kısılan halk,  kendi kolektif bilincini, Pir Sultan’ın kişiliğinde giydirip kuşattı; O’nun diliyle kendini anlattı; bir bakıma O’nun ağzından kendi söyledi, kendi eyledi. Bunu yaparken bilimsel bir kaygı gütmedi; gönül meşrebine uygun biçimde bilimin engellerine takılmadan;  yapılamaz  olanlı yapılabilir kılarak özlemini, dileğini dışa vurdu. 


Bu yüzden halk, belgelere dayalı olarak tanımlanan tüm Pir Sultanlar’ı söylence  zemininde bire indirdi; onları, Pir Sultan geleneği ile kuşattı, bu geleneğin kimliğiyle, söylemiyle donattı. Öyle ki, Pir Sultan’dan neyin / nelerin  somut Pir Sultan’a ilişkin, neyin / nelerin topluma ya da söylence dünyasında birlenmiş, kolektif bilincin temsilcisi soyut Pir Sultan’a ilişkin olduğunu bilmek / bulmak olası değildir. Pir Sultan’da olan halkta, halkta olan Pir Sultan’dadır.


Ete kemiğe bürünen Pir Sultan’la, halkın kolektif bilincinin giydirilip kuşattığı Pir Sultan; halkın emek ürününe el koyan, halkın kanıyla beslenen, halkın dinini / kültürünü yadsıyan Osmanlı Sarayı’na karşı başkaldırı kanalında  birleşip birlendi. 


Ortodoks Sünniliği ideoloji edinmiş Osmanlı egemen sınıfının temsilcisi Hızır Paşa, Pir Sultan’ı asmakla halkı cezalandırmak, sindirmek, kendisine yönelik başkaldırının  önüne set çekmek ve sömürü düzeninin sürdürmek; bu başkaldırıya düşünsel yapı oluşturan Aleviliği kökünden kazımak istedi. 


Peki, Pir Sultan  Geleneğini susturabildi mi ? 


Bin kere hayır.. Susturmaya çalıştıkça sayısı arttı, sesi gürleşti. Kanıt mı ? İste Sivas !... (2)


Egemen sınıfın kendi bahçesinden, bu bağlamda Ortodoks Sünniliğin kuşatma altına aldığı kentlerdeki eğitim kurumlarından halkının yararına davranan / yüzünü ağartan bir tek insan bile yetişemezken;  devletin uzağında, ıssız dağ başlarında, şuraya buraya serpilmiş, kelle koltukta yaşatılmaya çalışılan dergahlarda / ocaklarda  yoksulluk ve baskı, düzenin bir ürünü olarak algılandı.


 Yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik bir eyleme, isyana dönüştü. İşte bu toplumsal mücadele zemininde çağdaş insanlığa seslenen, onun kazanımlarını koruyan nice Pir Sultanlar yetişti.


Halka yönelik saldırıların yoğun olarak yaşandığı, sömürünün dayanılmaz boyutlara ulaştığı, yoksulun daha yoksul, azgının daha azgın olduğu bir ortamda Anadolu insanının kolektif belleğinin, toplu eyleminin / söyleminin  bir simgesi olarak “Telli Kuranı” elinde  diyar diyar  dolaşan Pir Sultan, özlemlerin, umutların kucağında beslenerek önce kendi nesnel yaşamının sınırlarını aştı, sonra da halkı da  kurtuluşa götürecek bir davranışın / eylemin / isyanın taşıyıcısı oldu. 


Pir Sultan’da Yaşayan Dünya


Pir Sultan’da iç içe girmiş,  kucaklaşmış, kaynaşmış, birbirini besleyen, biri olmadan diğeri olamayacak olan iki ayrı dünya vardır.


Dünyalardan biri; geçmişte tüm insanlığı kucaklayan; medeniyette birlikte medeniyeti güdenler tarafından boğulmak ve yok edilmek  istenen değerler dünyasıdır.  Bu değerleri, tüm baskılara karşın canlı tutmaya, yaşatmaya çalışan Alevi – Bektaşi topluluğunun  topluluk bilincidir. Bu bağlamda  topluluk örgütlenmesine, Batıni tarikat örgütlenmesine temel olan zemindir.

Pir Sultan’ın, Pir Sultanlar’ın dünyasını besleyen ana pınardır, kaynaktır. Şeriatın uzağında, ışık felsefesiyle dünyalaşan bir inançla kutsanmış olan bu kaynak, aynı zamanda :   


1-) Hak / Mevla, Muhammet, Ali, Hasan, Hüseyin, Hatice, Fatma, Hacı Bektaş, Seyit Ali, Balım Sultan, Ebu Müslim, Mehdi, Nesimi, Otman Baba ve Mansur’a sevgidir.       


“Şahların şahısın, zat-ı Ali’sin

 Her ilmin kanısın, şah-ı velisin

 Abdal Musa kendi Kızıl Deli’sin

 Abdalların başı der Hacı Bektaş..” 


2-) On İki İmam, Safevi Şahları, Üçler, Yediler, Kırklar, Pirler ve Erenlere bağlılıktır.


      “Hatice Fatıma mih-i muhabbet

 Yine senden olur kuluna rahmet

 İmam Hasan İmam Hüseyin mürüvvet

 Mürvet günahıma kalma ya Ali.. “


3-) Muaviye, Yezit, Mervan, Mülcemoğlu, Padişah, Hızır Paşa ve  benzerlerine nefrettir.


“Gidi Yezid bize Kızılbaş demiş

 Meğer Şah’ı sevdi dese yoludur

 Yetmiş iki millet sevmes Şah’ı

 Biz severiz, Şah-ı Merdan Ali’dir. “


4-) Alevilik – Bektaşilik erkanına içten, gönülden sarılmadır.

“Bu dünyanın evvleini sorarsan

 

 Allah bir Muhammet Ali’dir Ali

 Sen bu yolun sahibini ararsan

 Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir Veli “


Dünyalardan diğeri; Alevi-Bektaşi topluluk değerlerinin / bilincinin doğası gereği evrilerek, topluluk bilincinden toplum bilincine sıçrayarak, kendi düşünsel / nesnel  sınırlarını aşarak / dayanışmacı / paylaşmacı değerlerin, yaşanan anda, sosyal / toplumsal olayları çözücü bir unsur olarak yeniden yorumlandığı dünyadır.


Alevi-Bektaşi düşüncesinde / tavrında belirleyici / güdücü / yönlendirici olan bu  içerik aynı zamanda : 


1-) Doğa sevgisidir; doğayla senli benli olmadır, doğayla sohbettir, doğayı sorgulayarak insanı   eleştirmesidir. 


“Pir Sultan Abdal’ım   derterim firak

 Alışmış yanıyor şu dertli yürek

 Bir dahi gelemem menzilim ırak

 Ölüm ile ayrılığın elinden… ”

2-) Tanrı tanık gösterilerek kutsanan, yarı ilahi ideolojinin aralanmasıyla açığa çıkan, “çıplak” olan ve

 

“çıplak kavgaya” önderlik eden, onurlandırılması gereken insandır. 


“Uyur idik uyardılar

 Diriye saydılar bizi

 Koyun olduk ses anladık

 Sürüye saydılar bizi


 Pir Sultan’ım eder şunda

 Çok keramet var insanda

 O cihanda bu cihanda

 Ali’ye saydılar bizi …”


3-) Sevgilinin güzelliğidir, aşkın yakıcılığıdır ve ayrılığın acısıdır.


     “Kul olayım kalem tutan eline

Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz

Şekerler ezeyim şirin dillere

Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz


Sivas ellerinde sazım çalınır

Çamlıbeller bölük bölük bölünür

Dosttan ayrılmışım bağrım deliniz

Katip ahvalimi Şah’a  böyle yaz.


Pir Sultan Abdal’ım ey Hızır Paşa

Gör ki, neler gelir sağ olan başa

Hasret koydun kavim kardaşa

Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz..”


4-) Dünyanın geçiciliği, ölümü kaçınılmazlığıdır.


“Pir sultan’ım düşümüzde

 Uzak değil karşımızda

 Baykuş mezar taşımızda

 Dertli dertli öter bir gün “


5-) Dosttan, eşten, aşıktan ayrılmadır, dosta, aşığa özlemdir.


“Şu karşı yaylada göç katar katar

 Bir güzel sevdası serimde  tüter

 Bu ayrılık bana ölümden beter

 Geçti dost kervanı eyleme beni . “


6-) Toplumsal eksiklikleri / aksaklıkları akılsız ya da kötü niyetli kişilerin eseri olarak  görmekten öte  düzenin / sistemin  bir yaratısı olarak algılamadır.


“Kızılırmak gibi çağladım aktım

 El vurdum göğsümün bendini yıktım

 Gül yüzlü ceranın bağına çıktım

 Girdim bahçesine gül bozuk bozuk.. “




7-) Sömürüye / haksızlığa, soyguna baş eğmeyip kavga etmedir. Kavgaya katılmaktır. Bir gün bu kavganın başarıya ulaşacağına yönelik umudu sürekli canlı tutmadır.


“Kadılar müftüler fetva yazarsa

 İşte kement işte boynum asarsa

 İşte hançer işte kellem keserse

 Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.. “


Pir Sultan’ın, Pir Sultanlar’ın  bu iki dünyası; ezenin, ezilenin, yalanın, takiyenin henüz keşfedilmediği çağlar üzerine kurulan söylence zemininde, somut Pir Sultanlar’ın  birlenerek toplumsal yarar alanına taşındı. Halkın bilinci, söylemi, kültür kaynağı, devrimci tarihi oldu.


Bugün  Pir sultan’ın, Pir Sultanlar’ın dünyasında:  geleneksel  yan, yani Alevilik-Bektaşilik inancı / bilinci, asıl besleyici / yaratıcı yandır.


 Çağdaş yan ise gelenekselliğin evrilmesiyle kazanılan ve halkı kurtuluşa taşıyacak olan, belirleyici / çözücü halkadır. Asıl kavga ve kazanım alanıdır.


 Alevi düşüncesinde Pir Sultan bir Ayin-i Cem bülbülüdür. Hallacı Mansur’un anısına kurulan dar’da açmış bir kızıldır, güldür...




---------------------------------------------------------------       



(1)     Ölmeden evvel ölmek:  Alevilikte kutsal kurban  söylencesinin, felsefi, estetik ve etik bir boyuta taşınmasıyla kazanılmış bir olgudur. Hz.İbrahim Tanrı’ya yakın olmak için oğlu İsmail’i kurban etmek istemektedir. Oğlunu kurban edeceği sırada gökten bir koç iner ve Hz.İbrahim oğlu yerine koçu kurban eder. 


 


Ölmeden evvel ölmek bağlamında kendini kurban etmek, zahir kimliğini yok ederek, Batıni kimlikle yeniden doğmak anlamını taşır Bu felsefenin kaynağı Buda öğretisine dayanır. Budha’nın “arınmak” yoluyla “yoklukta varlık”a ulaşma oalrak nitelediği bu durum Anadolu Aleviliğinde “kendini bilmek”  yoluyla “terk” aşamalarından geçerek “ölmeden evvel ölmek”e dönüştü.




Budizmde arınan Nirvana’ya ulaşıyordu; mutluluğu, sonsuzluğu yakalıyordu.




Anadolu Aleviliğinde “ölmeden evvel ölen”  Enel Hak noktasına taşınır. Yaşarken “dirilerek” ölümsüzlüğü yakalar, tanrılaşır. Dört Kapı Kırk Makamın öğretildiği yolda eski “ben”ini, bilincini terk eder, inkar eder. Yeni “beni”yle yeniden doğar, yaşarken dirilir.



 


(1)     Sivas’ta Madımak’ta 35 canın yakılması olayı :  Ortaçağ değerlerini, kurumlarını “siper edinerek” palazlanan şeriatçı bir kalkışmaydı. Olay karşısında devletin takındığı tavır,  Cumhuriyet devletinin ne denli teokratik bir niteliğe büründüğünün kanıtı;  olaylara  neden  olanlara yargının verdiği    “destek”,   şeriatçı güçlere ödün,  devrimci - demokrat güçlere “acı”  bir hatırlatma, gelecekte olacaklara    kara” bir gönderme oldu.




Bizi Sivaslara taşıyan sürecin nerelere taşıyacağını tartışıyoruz. Sivas’ta canlarımızın diri diri yakılmasıyla bizler, bedeli ağır ödenmiş kimi dersler çıkardı. Gerçek demokrasiyi – laikliği kurmanın ve yaşatmanın şeriata karşı örgütlenmeden, şeriatı dünyasal  olanın dışına atmadan olamayacağını öğrendik.




Sivas’ta yakılmak istenen,  boğulmak istenen  Pir Sultan  düşüncesiydi.  Ama boğulmak şöyle dursun; diri diri  yakılan 35 canın canıyla sulanarak daha da  boyutlandı.

BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 22, 2007, 09:32:48 am »

YUNUS EMRE

--------------------------------------------------------------------------------

1238'de doğduğu 1320'de öldüğü tahmin ediliyor. Yaşamına ilişkin bilgiler sınırlı. Doğum ve ölüm yeri kesin olarak bilinmiyor. 13’üncü yüzyılın ortalarına doğru Moğol istilası ve Selçuklu Devleti’nin yıkıldığı dönemde Anadolu’da yaşadığı sanılıyor. Bu dönemin sarsıntı ve acıları Yunus’un eserlerinde derin izler bıraktı. Babasının adı İsmail. Çocukluğunda medrese eğitimi gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. İran ve Yunan mitolojisiyle, tasavvuf tarihini inceledi. Ahmed Yesevi'nin müritlerinden Hacı Bektaş Veli ya da Sinan Ata’nın halifesi Taptuk Emre’nin dergahında hizmet etti. Taptuk Emre’nin düşüncelerini yaymak için Anadolu’yu köy köy kasaba kasaba dolaştı. Eskişehir Sarıköy, Manisa Buna ve Emreköy, Erzurum Dutçu Köyü, Isparta Keçiborlu ve Karaman’da adına yapılmış mezarlar var. Ama nerede öldüğü ve gömüldüğü kesin belli değil. "Vahdet-i vücud" (varlık birliği) tasavvuf yorumunu benimseyen Yunus Emre, keskin bir gözlem gücüne, derin bir hoşgörüye sahipti.

Dini anlayışı

Felsefesinde, "şeriat, tarikat, marifet, hakikat" olmak üzere dört bilgi düzeyi belirler. "Şeriat" İslam'ın kuralları, "tarikat" tarikat kural ve yolları, "marifet" keşif ve ilham yoluyla ulaşılan bilgiler, "hakikat" ise en yüksek bilgi olan gerçeğin ya da Tanrı'nın sırrıdır. Yunus'a göre biri "zahiri" yani dış, diğeri "batini" yani iç olmak üzere iki dünya vardır. Yalnızca iç dünyayla ilgili bilgiler, yani batini bilgiler en yüksek bilgi derecesine ya da Tanrı'nın sırrına erişir. Tanrı'ya ulaşmak, gerçeğin gizini çözebilmek için bütün dindışı bilimlerden vazgeçmek gerekir. İnsanda "toprak, su, ateş, yel" nitelikleri "can" ile birleşmiştir. "Toprak" ve "su" Cennet'in, "ateş" ve "yel" ise Cehennem'in öğeleridir. Birinci ögeler iyilikleri, ikinci öğeler kötülükleri simgeler. Tanrı özlemi, Tanrı'ya güvenmek, sabır, onur, iyilik, cömertlik, temiz yüreklilik, dürüstlük, utanma duygusu, kanaatkarlık iyi huylar ya da "iyi özelliklerdir." Gösteriş, kibirlilik, şehvet, kıskançlık, öfke, cimrilik, kindarlık, dedikoduculuk ve iki yüzlülü de kötü huylar ya da özelliklerdir. Ona göre, "gönül kırmama" ilkesi şeriat kurallarının üstündedir. Yunus Emre'nin bu görüşü, şeriatı savunan din adamları ile tarikatlar arasında sürüp giden tartışmaların etkisini taşır.

Şiir anlayışı

Şiirlerini hece ölçüsüyle yazdı. Daha çok 7 ve 8 heceli kalıpları kullandı. Ama aruz denemelerine de yer verdi. Hece ölçüseyle yazdığı dörtlüklerin yanısıra yine hece ile beyitler ve gazeller de yazdı. Hece ölçüsünü gazele uyguladığı şiirleri de var. Aruz vezniyle yazdığı şiirlerinde hece ölçüsü uyak sistemine bağlı kaldı. Şiirlerini Oğuz lehçesi ve gününün konuşma diliyle yazdı. Ama arı bir Türkçe kullandığı söylenemez. Yer yer Arapça ve Farsça tamlamalara yer verdi. Farsça dil kurallarına uyduğu, bu kurallarla isim ve sıfat tamlamaları kurduğu, Türkçe sözcükleri yabancı bağlaçlarla bağladığı dikkat çeker. Ama onun şiirlerinde Oğuz lehçesi olağanüstü bir anlatım gücü ve uyuma ulaştı. Sağlığında düzenlediği divanı bulunamadı. Günümüzdeki divanları derlemedir. 1904’te birinci, 1924’te ikinci basımları yapılan "Divan-ı Âşık Yunus Emre"nin yanısıra Burhan Toprak ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın derleyip yayınladığı Yunus Emre divanları var. Cahit Öztelli de Yunus Emre’nin bilinen
Gönderen Konu: YİNE TUTTU GAVUR DAĞI BORANI  (Okunma Sayısı 3 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 22, 2007, 09:31:25 am »

YİNE TUTTU GAVUR DAĞI BORANI

Gine tuttu Gavur Dağı boranı
Hançer vurup acarladın yaramı
Sana derim Mıstık Paşa öreni
İçindeki bunca beyler nic’oldu

Çınar sana arka verip oturan
Pöhrenk ile sularını getiren
Yoksulların işlerini bitiren
Samur kürklü koca beyler nic’oldu

Tavlasında arap atı beslenir
Konağında baz şahinler seslenir
Duldasında nice yiğit yaslanır
Boz-kır atlı yüce beyler nic’oldu

Feneri de deli gönül feneri
Atları da dolanıyor kenarı
Sana derim Küçük Ali öreni
Sana inip konan beyler nic’oldu
 
Sabahaca kandilleri yanardı
Soytarılar fırıl fırıl dönerdi
Ha deyince beşyüz atlı binerdi
Sana inip konan beyler nic’oldu

Mıstık Paşa gitmiş odası yaslı
Hatunları vardı hep turna sesli
Toptop zülüflü de İstanbul fesli
Usul boylu hatunların nic’oldu

Saçı altın bağlı fesi sırmalı
Lahuri şal giymiş gümüş düğmeli
Gözleri kudretten siyah sürmeli
Mor belikli güzellerin nic’oldu

Derviş Paşa yaktı yıktı illeri
Soldu yurdumuzun bütün gülleri
Karalar geydik de attık alları
Altınımız geçmez akça tunc’oldu

Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler
Vefasız dünyayı şu insan neyler
Bir yiğidi bir kötüye kul eyler
Şimden sonra yaşaması güc’oldu
Gönderen Konu: DADALOĞLU  (Okunma Sayısı 3 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 22, 2007, 09:29:29 am »

DADALOĞLU

--------------------------------------------------------------------------------

19’uncu yüzyılda yaşadı. Asıl adı Veli. Türkmen-Avşar aşıklarının önde gelenlerinden. Kul Mustafa mahlasını da kullanan Aşık Musa’nın oğlu. Toros dağlarında Kozan, Erzin, Payas yörelerinde yaşayan göçebe Türkmenlerin Avşar boyundan. Az da olsa eğitim aldı. Avşar beylerinden Küçük Alioğlu ile Kozanoğlu’nun yanında imamlık, katiplik yaptığı anlatılır ama bu konuda yeterli bilgi yok. Daha çok Gavurdağı ve Ahır Dağı yörelerinde yaşadı. Çukurova'yı, Toroslar'ı, Orta Anadolu'yu dolaştı. Şiirlerinde göçerlik koşullarını, döneminde orta Anadolu’da hüküm süren aşiret kavgaları ve aşiretlerin Osmanlı Devleti ile savaşlarını duru ve yalın bir dille yansıttı. Dili Anadolu Türkmen boylarının kullandığı halk Türkçesi. Asıl ününü kavga türküleri ile yaptı ama duygu ve aşk konularını da aynı başarıyla işledi. Yüz kadar şiiri sözlü kaynaklardan derlenerek günümüze ulaştı. Bu derlemeleri Cahit Öztelli, Taha Toros, Haşim Nezihi Okay, Ahmet Z. Özdemir ile Saim Sakaoğlu yayınladı. Diğer 19'uncu Yüzyıl halk ozanlarından iki noktada ayrılır. Kent yaşamından uzak kaldığı için şiirlerinde hep göçerlik ortamını yansıttı. Diğer yandan yine kentte bulunmayışı nedeniyle çağdaşı halk ozanlarında sık rastlanan divan şiirine yakınlık onda hiç görülmez. Karacaoğlan'ın aşk ve doğa şiirlerindeki üstün yeteneği ile, Köroğlu'nun yiğit ve kavgacı anlatımını birleştirir.

Gönderen Konu: GELMEZ YOLA GİDİYORUM  (Okunma Sayısı 3 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 22, 2007, 09:27:31 am »

GELMEZ YOLA GİDİYORUM

Selam saygı hepinize
Gelmez yola gidiyorum
Ne şehire ne de köye
Gelmez yola gidiyorum

Gemi bekliyor limanda
Gideceğim bir ummanda
Gözüm kalmadı cihanda
Gelmez yola gidiyorum

Eşim dostum yavrularım
İşte benim sonbaharım
Veysel karanlık yollarım
Gelmez yola gidiyorum

Aşık Veysel
Gönderen Konu: TÜRK GENÇLİĞİNE  (Okunma Sayısı 8 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 19, 2007, 02:55:33 pm »

Adalar Denizinden Altayların daha
ötesine kadar bütün Türk gençliğine....

Yer bulmasin gönlünde ne ihtiras, ne haset.
Sen bütün varlığına yurdumuzun malısın.
Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de et;
Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın.

Iztırap çek, inleme... Ses çıkarmadan aşın.
Bir damlacık aksa da, bir acizdir göz yaşın;
Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın
Tek başına dileğe doğru at salmalısın.

Ezilmekten çekinme... Gerilmekten sakın!
İradenle olmalı bütün uzaklar yakın,
Dolu dizgin yaparken ülküne doğru akın
Ateşe atılmalı, denize dalmalısın.

Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan utan!
Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan?
Mefkuresinden başka her varlığı unutan
Kahramanlar gibi sen, ebedi kalmalısın...

Sen ne elde ve dilde gezen billur bir sağrak,
Ne de sıska bir göğüse takılan bir çiçeksin;
Senin de bu dünyada nasibin var: Savaşmak!..
Kayalarla güreşip dağlarda öleceksin.

Yoldaşlik ederekten gökte güneşle, ayla
Aşarsın tepe, ırmak; yürürsün ova, yayla...
Hayata ne biçimde geldinse bir borayla
Daha sert bir kasırga içinde biteceksin.

Kızıl Elma uğrunda kılıç çekince kından
Bahtiyarlık denen şey artık geçmez yakından;
Mesut olup gülmeyi sök, çıkar hatırından.
Belki öldükten sonra bir parça güleceksin.

Yüz paralık kursunla gider “Hayat” dediğin;
“Tanrı Yolu” uzaktır; erken kalk, sıkı giyin.
Yazik, bütün ömrünce o kadar özlediğin
Güzel Kızıl Elma’na varmadan öleceksin.

Belki bir gün çöllerde kaybedersin eşini,
Belki bir gün ağlarsın kaçtı diye karına.
Işıksız kulübende boranın esişini
Dinleyerek çıkarsın bir ümitsiz yarına.

Gün olur ki mertliğin uğrar kahpe bir hınca;
Namert bir el arkandan seni vurur kadınca;
Bir gün sabrın tükenir... Silahını kapınca
Haykırarak çıkarsın yurdunun dağlarına...

Hayatin kamçısıyla sızar derinden kanlar,
Senin büyük derdinden başkaları ne anlar?
Vicdanını Paris`e, Moskova`ya satanlar,
Küfür diye bakarlar senin dualarına.

Hey arkadaş! Bu yolda ben de coşkun bir selim,
Beraberiz seninle, işte elinde elim.
Seninle bu hayatin gel beraber gülelim
Ölümüne, gamına, tipisine, karına...

Atandan kalmış olan kılıcı iyi bile,
Onu bütün gücünle vuracaksın çagında.
Savaş..... Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın,
Ne sevgili yanında, ne baba ocağında.

Savaşmaktan kaçınır, kim varsa alnı kara;
Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara...
Kazanmanin sırrını bilmiyorsan git, ara
“Çanakkale” ufkunda, “Sakarya” toprağında.

Siyasette muhabbet... Hepsi yalan palavra...
Doğru sözü “Kül Tegin” kitabesinde ara...
Lenin’den bahsederse karşında bir maskara
Bir tebessüm belirsin sadece dudağında.

Yatağında ölmeyi hatırından sök, çıkar!
Döşeğin kara toprak, yorganındır belki kar...
Sen gurbette kalırsan, ben ölürsem ne çıkar?
Ruhlarımız buluşur elbet Tanrıdağı`nda...

Mukadderat isterse seni yoldan çevirsin,
Sen hele bu yollarda yıpranarak aşın da,
Varsin bütün ömrünce bir an nasip olmasin
Yorgunluğunu gidermek serin bir su başında.

Bir gülüşten ne çıkar, ne çıkar aglamaktan?
Kullar kancıklık eder, bela bulursun Hak’tan.
Gün olur ki bir yudum su ararsın bataktan,
Gün olur ki bir tutam tuz bulunmaz aşında.

Bir çıg gibi yürürsün bir lahza durmaksızın,
Bir ilahi kaynaktan geliyor çünkü hızın.
Duygular ölmüştür... Tapınılan bir kızın
Bir füsun bulamazsın gözlerinde, kaşında.

Iztırabı kanına katta göz kırpmadan iç!
Varsın gülsün ardından, ne çıkar, bir iki piç...
Bu varlık dünyasinda yalnız senin hiç mi hiç
Bir şeyin olmayacak... Hatta mezar taşın da...
Gönderen Konu: TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ  (Okunma Sayısı 4 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 19, 2007, 02:54:03 pm »

TÜRKLERİN TÜRKÜSÜ

Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa,
Türke boyun eğdirir yanliz türeyle yasa;
Yedi ordu birleşip karşımızda parlasa
Onu kanla söndürüp parçalarız , yeneriz .
Biz Tufani yarattık uyku uyurken batı,
Nuh doğmadan kişnedi ordularımızın atı.
Sorsan söyle diyecek gök denilen şu çatı :
Türk gücü bir yıldırım Türk bilgisi bir deniz.
Delinse yer ,çökse gök yansa kül olsa dört yan,
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan tipiden kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz....
Gönderen Konu: YARININ TÜRKÜSÜ  (Okunma Sayısı 7 defa)
BOZKURT
YANLIZKURT
Katılımcı Üye
***
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 30


« : Kasım 19, 2007, 02:26:16 pm »

Yarının Türküsü
Arkadaşlar, haydi artık saflar dizilsin!
Uzak, yakın ufuklardan koşup gelerek
Belde çelik kılıç, içte çelikten yürek
Taşıyanlar saflardaki yerini bilsin!

Bir çığ gibi yürüyelim gözler ilerde;
Keder, elem her ne varsa geride kalsın!
Tehlikeler duman gibi tüterken yerde
Arkadaki her düşünce sönüp ufalsın.

Kahramanlar yürük gider ölüme karşı,
Bir sevgili gibi onu basar bağrına!
Bak, uzaktan çalınıyor bir zafer marşı,
Yürüyelim şu doğmakta olan yarına...

Sen ne kadar güzel şeysin, ey şanlı ölüm!
Bizim bütün talihimiz sende saklıdır.
Ey dünyada her yiğite nişanlı ölüm,
Zevki sende arayanlar elbet haklıdır.

Köprüköy'den, Pilevne'den gelen ses nedir?
Çanakkale şehitleri dirildiler mi?
Çocuklarda yeni doğan bu heves nedir?
Kocamışlar bir sır için gençlik diler mi?

Saflarımız seylerse de yine ileri!..
Düşenlerin kanlarından doğar bir şafak!
Haydi sarssın yeri, göğü cenk türküleri;
Kanımızla burda yarın güller açacak.

Hüseyin Nihal Atsız
Gönderen Konu: UYAN! (Mehmet Akif Ersoy)  (Okunma Sayısı 8 defa)
Tayfun TURAL
Administrator
Webmaster
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 208


ttural@msn.com


« : Ekim 08, 2007, 08:38:37 pm »

UYAN

Baksana kim boynu bükük ağlayan?

Hakk-i hayâtın senin ey Müslüman!

Kurtar o biçâreyi Allah için.

Artık ölüm uykularından uyan!

 

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;

Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.

Çiğnediler yurdunu baştan başa,

Sen yine bir kerre kımıldanmadın.

 

Ninni değil dinlediğin velvele…

Kükreyerek akmada müstakbele

Bir ebedî sel ki zamandir adı;

Haydi katıl sen de o coşkun sele.

 

Karşı durulmaz cereyan sîneçâk…

Varsa duranlar olur elbet helâk.

Dalgaların anlamadan seyrini,

Göz göre girdâba nedir inhimâk?

 

Dehşet-i mâziyi getir yâdına;

Kimse yetişmez yarın imdâdına.

Merhametin yok diyelim nefsine;

Merhamet etmez misin evlâdına?

 

“Ben onu dünyaya getirdim…” diye,

Kalkışacaksın demek öldürmeye!

Sevk ediyormuş meğer insanları,

Hakk-ı übüvvet de bu câniliğe!

 

Doğru mudur ye’s ile olmak tebah?

Yok mu gelip gayrete bir intibah?

Beklediğin subh-ı kıyamet midir?

Gün batıyor sen arıyorsun sabah!

 

Gözleri mâziye bakan milletin,

Ömrü temâdisi olur nekbetin.

Karşına müstakbeli dikmiş Hudâ,

Görmeye, lakin daha yok niyyetin!

 

Ey koca Şark! Ey ebedî meskenet!

Sen de kımıldanmaya bir niyyet et.

Korkuyorum Garb’ın elinden yarın,

Kalmıyacak çekmediğin mel’anet.

 

Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden,

Kan dökerek almalısın merd isen.

Çünkü bugün ortada hak sahibi,

Bir kişidir: “Hakkımı vermem!” diyen.

(Mehmet Akif Ersoy)
Gönderen Konu: ÇİLE  (Okunma Sayısı 87 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 11, 2007, 03:06:53 am »

ÇİLE..

Gaiblerde bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde...

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı

Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı

Bir bardak su gibi çalkalandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye

Bu nasıl bir dünya, hikayesi zor;
Makâni bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kainat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe,
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu ögrensem asıl?

Bir fikir ki sıcak yarad kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük.
Selam sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!
Ey yedinci gök, esrarını aç!
Annemin duası, düş de perde ol!
Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, katillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,
Sırrını ararken patlayan gülle?
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru kelle...

Akrep nokta nokta ruhumu sokmus,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesafelerden!

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun ve dolaşık.
Her gece rüyamı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehir kıymak gibi, beynimde.

Lugat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun elimden;
Aynalar söyleyin bana, ben kimim?

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan mühacir; eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatıi bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerrecigim ki, Arş'a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmis zamanın, hem geleceğin.

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilahi yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
Içiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırılıtılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta.

Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak...

 NECİP FAZIL KISAKÜREK

Gönderen Konu: ZİNDANDAN MEKTUP  (Okunma Sayısı 17 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 11, 2007, 03:14:19 am »

ZİNDANDAN MEHMEDE MEKTUP

Zindanda iki hece.Mehmed'im lafta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de geri adam,boynunda yafta...

Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak mi?..Belki ..Daha ölmedim!

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli...

Git ve gel... Yüz adım...Bin yıllık konak
Ne ayak dayanır buna ,ne tırnak!

Bir alem ki, gökler boru içinde.
Akıl almazların zoru içinde
Üstüste sorular soru içinde.

Düşün mü,konuş mu, sus mu ,unut mu?
Buradan insan mı çıkar,tabut mu?

Bir idamlık Ali vardı,asıldı
Kaydını düştüler,mühür basıldı.
Geçti gitti,birkaç günlük fasıldı

Ondan kalan,boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil...

Müdür bey dert dinler,bugün"maruzat"!
Çatık kaş...Hükumet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş kim eder azat?

Anlamaz;yazısız,pulsuz,dilekçem...
Anlamaz!ruhuma geçti bilekçem!

Saat beş dedi mi,bir yırtıcı zil
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekun içinde yazıl ve çizil!

Insanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik,mintanlarla et.

Somurtuş gibi bıçak,nara gibi tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccademin yönünde şefkat

Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan,sen öp seccadem!

Çaycı getir ilaç kokulu çaydan!
Dakika düşelim,senelik paydan!
Zindanda dakika farksız aydan

Karıştır çayını zaman erisin
Kopuk kopuk,duman duman erisin!

Peykeler,duvara mihli peykeler
Duvarda,başlardan yağlı lekeler
Gömülmüş duvara,bas bas gölgeler...

Duvar,katil duvar yolumu biçtin
Kanla dolu sünger... Beynimi içtin

Sukut...Kıvrım kıvrım uzaklık uzar
Tek nokta seçemez dünyada nazar
Yerinde mi acep,ölü ve mezar?

Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz?
Güneşe göç varda ,kalan biz miyiz?

Ses demir,su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir.
Ne gelir ki elden,kader bu,emir...

Garip pencerecik,küçük daracık;
Dünyaya kapalı,Allah'a açık

Dua,dua eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış
Gözyaşı bir tarla,hep yoncalanmış

Bir soluk,bir tütsü,bir uçan buğu
İplik ki incecik,örer boşluğu

Ana rahmi zahir ,şu bizim koğuş
Karanlığında nur,yeniden doğuş....
Sesler duymaktayım;Davran ve boğuş!

Sen bir devsin,yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa,dimdik doğrul ve sevin!

Mehmed'im,sevinin ,başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin,eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın elbet bizim,elbet bizimdir!
Gün doğmuş ,gün batmış ,ebed bizimdir

 NECİP FAZIL KISAKÜREK
Gönderen Konu: TAM OTUZ YIL  (Okunma Sayısı 15 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 11, 2007, 03:12:06 am »

TAM OTUZ YIL

Tam otuz yıldır saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...

 NECİP FAZIL KISAKÜREK
Gönderen Konu: SAKARYA TÜRKÜSÜ  (Okunma Sayısı 9 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 11, 2007, 03:09:52 am »

SAKARYA TÜRKÜSÜ

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya:
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir:
Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat:
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne?
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine:

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabb'im isterse, sular büklüm büklüm burulur.
Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük?
Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!..

Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan:
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan!

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya.
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su:
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek:
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz:
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya:
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!

 NECİP FAZIL KISAKÜREK
Gönderen Konu: AYNALAR  (Okunma Sayısı 9 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 11, 2007, 02:54:37 am »

AYNALAR

Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İste yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karsıma,
Başımın tokmağı indi başıma.

Suratımda her suç bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!
Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!
Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!

Nur topu günlerin kanına girdim.
Kutsi emaneti yedim, bitirdim.
Doğmaz güneşlere bağlandı vade;
Dişlerinde, köpek nefsin, irade.

Günah, gunah, hasad yerinde demet;
Merhamet, sucumdan aşkın merhamet!
Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:
Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?

Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.

 NECİP FAZIL KISAKÜREK

ANNEME MEKTUP

Ben bu gurbete ile düştüm düşeli,
Her gün biraz daha süzülmekteyim.
Her gece, içinde mermer döşeli,
Bir soğuk yatakta büzülmekteyim.
Böylece bir lâhza kaldığım zaman,
Geceyi koynuma aldığım zaman,
Gözlerim kapanıp daldığım zaman,
Yeniden yollara düzülmekteyim.
Son günüm yaklaştı görünesiye,
Kalmadı bir adım yol ileriye;
Yüzünü görmeden ölürsem diye,
Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim.

 NECİP FAZIL KISAKÜREK

Gönderen Konu: ANECİĞİM  (Okunma Sayısı 12 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 11, 2007, 02:50:38 am »

ANNECİĞİM

Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim!...

 NECİP FAZIL KISAKÜREK

 

Gönderen Konu: AŞAM  (Okunma Sayısı 9 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 11, 2007, 02:48:47 am »

AKŞAM

Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.

Akşamı duya duya,
Sular yattı uykuya;
Kızıllık çöktü suya,
Sandım bir cenk akşamı...

 NECİP FAZIL KISAKÜREK

  

Gönderen Konu: AKIL  (Okunma Sayısı 8 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 11, 2007, 02:46:19 am »

AKIL

Akıl akıl olsaydı adı gönül olurdu
Gönül gönlü bulsaydı bozkırlar gül olurdu..

 NECİP FAZIL KISAKÜREK

Logged
Gönderen Konu: HÜRİYETE DOĞRU  (Okunma Sayısı 10 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 02, 2007, 02:14:42 am »

HÜRRİYETE DOĞRU

Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikce
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,
Şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar,
Donanmalar mı?
Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekliyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere...

ORHAN VELİ KANIK
Gönderen Konu: İSTANBUL TÜRKÜSÜ  (Okunma Sayısı 10 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 02, 2007, 02:12:41 am »

İSTANBUL TÜRKÜSÜ

İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veliyim,
Eli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Rumeli Hisarı’na oturmuşum;
Oturmuşta bir türkü tutturmuşum:

'İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor aman martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalım
Senin yüzünden bu halim.
İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalım
Boynuna vebalim!'

İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veli;
Eli’nin oğlu;
Tarifsiz kederler içindeyim.

Gönderen Konu: SERE SERPE  (Okunma Sayısı 10 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 02, 2007, 02:10:35 am »

SERESERPE

Uzanıp yatıvermiş, sereserpe;
Entarisi sıyrılmış hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama...
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!

ORHAN VELİ KANIK
Gönderen Konu: SEVDAYAMI TUTULDUM?  (Okunma Sayısı 12 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 02, 2007, 02:08:52 am »

SEVDAYAMI TUTULDUM?

Benim de mi düşüncelerim olacaktı,
Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,
Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?

ORHAN VELİ KANIK
Gönderen Konu: DEDİ KODU  (Okunma Sayısı 22 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 02, 2007, 02:00:53 am »

DEDİKODU

Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksek kaldırımda, güpe gündüz?
Melahat'i almışım da sonra
Alemdara gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galataya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Mualla'yı sandala atıp,
Ruhumda hicranını söyletme hikayesi?

Gönderen Konu: BENİ BU HAVALAR MAHFETTİ  (Okunma Sayısı 13 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 02, 2007, 01:58:07 am »

BENİ BU HAVALAR MAHFETTİ

Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

Gönderen Konu: ŞOFORUN KARISI  (Okunma Sayısı 15 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 02, 2007, 02:06:26 am »

ŞOFÖRÜN KARISI

Şoförün karısı, kıyma bana;
El etme öyle pencereden,
Soyunup dökünüp;
Senin, eniştende gözün var;
Benimse gençliğim var;
Mapuslarda çürüyemem;
Başımı belâya sokma benim;
Kıyma bana.

ORHAN VELİ KANIK

 
Gönderen Konu: DALGACI MAHMUT  (Okunma Sayısı 13 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 02, 2007, 02:03:39 am »

DALGACI MAHMUT

İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.

Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.

ORHAN VELİ KANIK
Gönderen Konu: TUHAF  (Okunma Sayısı 17 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 01, 2007, 01:54:25 pm »

Tuhaf

Kamusal alan var beri dünyada
Müslümana yasak, Papa'ya serbest
Koşu meydanına çıkmak çok tuhaf
Safkan taya yasak, sıpaya serbest..

27.11.2006/Vakit

Abdurrahim Karakoç
Gönderen Konu: İŞTE GİDİYORUM ÇEŞMİ SİYAHIM  (Okunma Sayısı 14 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 01, 2007, 12:31:41 pm »

İŞTE GİDİYORUM ÇEŞMİ SİYAHIM

işte gidiyorum çeşmi siyahım
önümüze dağlar sıralansa da
sermayem derdimdir hey hey sevetim ahım
karardıkça bahtım karalansa da

haydi dolaşalım yüce dağlarda
dost beni bıraktı ah ile zarda
ötmek istiyorum hey hey viran bağlarda
ayağıma cennet kiralansa da

canımı bağladım zülfün teline
dost beni bıraktı elin diline
güldü mahzuni nin hey hey berbat haline
mervanın elinde paralansa da
Gönderen Konu: AMARİİKA KATİL __MAHSUNİ ŞERİF  (Okunma Sayısı 24 defa)
Ömer TURAL
Araştırmacı Yazar
*
Offline Offline

Mesaj Sayısı: 431



WWW
« : Mayıs 01, 2007, 12:17:25 pm »

AMERİKA KATİL

Bütün insanlık adına
Amerika katil katil
Kanun yapar kendi teper
Amerika katil katil

Vietnam'ın suçu nedir ?
Hür yaşamak ayıp mıdır ?
Atom patlat ister kudur ?
Amerika katil katil

Türk Milleti Türk Milleti
Nerden gelmiş elin iti ?
Bu gidişin sonu kötü
Amerika katil katil

Birgün gramlar bir olur
Kilodan hakkını alır
Zalim olan bela bulur
Amerika katil katil

Mahzuni Şerif uyuma
Gün geldi çattı akşama
Bizden selam Vietnam'a
Amerika katil katil

--------------------------------------------------------------------------------------


AMERİKA KATİL 2 *

Defol git benim yurdumdan
Amerika katil katil
Yıllardır bizi bitirdin
Amerika katil katil


Tuz diye yutturur buzu
Gafil düştük kuzu kuzu
Dünyanın en namussuzu
Amerika katil katil

Devleti devlete çatar
İt gibi pusuda yatar
Kan döktürür, silah satar
Amerika katil katil

Japonya'yı yiyen velet
Dünyadaki tek nedamet
İki yüzlü kahpe millet
Amerika katil katil

İnsanın alçak sarısı
Küstü dünyanın yarısı
Vietnam'ın pis karısı
Amerika katil katil

Bunca milletlere yazık
Sömürülmüş bağrı ezik
Seni seven kanı bozuk
Amerika katil katil

Mahzuni der Türk milleti
Çıksın gitsin elin iti
Demedim mi bunlar kötü
Amerika katil katil

 

© 2007 Tüm Hakları Saklıdır. Designed By Tayfun TURAL
Site Yazarı ve Yöneticisi Ömer TURAL